22 Aralık 2016 Perşembe

Buluttan Düşmek

Düşen damlalar kadar sık ve habersizce yağıyor insanlar toprağa. Havada asılıymış gibi yaşarken hızla düşüyoruz; düşerken fark ediyoruz değişimi, farklılıkları. Bir kendimizin orada ne işi olduğunu, düşmek isteyip istemediğimizi bilemiyoruz.

Etraf, özü şekillendirir ama anlatmaz özün sahibine. Anlayamadığın ne varsa, sana anlatmayacaklar, içinde sen de farkındasın bunun.

Unutmak güzeldir bu yüzden; geçen zaman katilindir, tatlıdır zehri, kokusuzdur. Ağır ağır, belli belirsiz sindirilir bedenimizce. Böyle zehirleri sever insan. Öleceğini bilir, süreci hızlandırmak ister. Tükenişi bilip, bir an evvel ama fark etmeden ulaşmak ister, sonra da "ne çabuk geçti" der dönüp onu öldürene. İkiyüzlü, lakin bilgecedir insan.

Kar tanelerine benzemeyiz biz, yalan söylüyorlar. Yavaş yavaş dönüşenler vardır elbet, onlar da soğumuşlardır da öyle dönüşmüşlerdir kristallere. Yolun sonu önce temizlik, sonra çamurdur. Kar tanesine dönüşen bile çamura karışır, bunu idrak etmez çoğu. Kurulmuş, kendini şekillendirmiş bir madde güzeldir, ama kırılgandır, bunu yok sayarlar. Düşüşleri daha güzel olur, vardıklarında ise daha bir acır canları. O kadar sağlam duruş, şekil veriş boşunadır, onlar da erir gider. Sonunda aynı yere varacağını kabul etmeli kar tanesi, "miş gibi" yapmamalı.

En güzeli sis olmak, En kötüsü buluttan düşmek.

18 Aralık 2016 Pazar

Yumruk

Doğduk, mecburuz. Yola düştük artık, geri dönemiyoruz, ancak yoldan çıkabiliyoruz. Dümdüz bir yol değil, ama tek yön; en azından bizim için. yoldan çıkasım da yok, durup izleyesim de. Devam etmek makul. Görmediklerimiz var.

Bekliyorum. Yaklaşan, lakin ne zaman vuracağına dair hiçbir fikrimin olmadığı bir yumruğu bekliyorum. Hepimize atılacak, unutulmuş tanrıların öfkeli haykırışlarını hatırlatacak okkalı bir yumruk. Gelen gideni aratıyor, çok gülmeyelim başımıza birşey gelmesin. Gelecek ama. Gelmesi daha ne kadar sürebilir ki?

Melankolik değilim, yani eskisi gibi bir melankoli değil bu. Ayık ve süreğen bir negatif değer halindeyim, eşik değerin altında olduğum için sesim soluğum hüzünlü. Hafif kasılmalar, bir tür tetani mevcut. Kafam eskisinden daha meşgul, istemesem de az uyuyorum, her yanım kortizol. Boşver, kortizol iyidir, ona karşı durman gerektiğini hatırlatır sana. Büyütmen gerek kendini, bir fanusta değil ama. Strese, öfkeye, umutsuzluğa karşı büyütmen, bunlarla kavga etmeyi öğrenmen gerek. Öğreneceksin, bunu gerçekten istiyorsun biliyorum.

Hayat müşterek gibi duruyor, fakat ikna olamıyorum kendi iştirakımın gerçekliğine. Öyke ki, elimi eteğimi çekesim var tüm paylaşmalardan, sıcaklıklardan. Mecburiyetten, güven arzusundan ötürü olmasın istiyorum sevmeler. Sevme olmuyor da zaten böylesi, emeğe saygı bile olmuyor. Mecbur olmadan istemek gerek, her ne olursa olsun istenen. Yanında olacaksa biri, sana kalkan olduğu için olmamalı. Üzerinde lacivert bir üniforma olmalı insanın; gökyüzünden yapılmalı, bakan görmeli içindeki ilmek ilmek dokunmuş yalnız günbatımlarını. Korkmalı, sonra merak etmeli, ama merak etmeden korkana yol vermeli. 

Toparlanmak gerek. Yumruk gelmeden.

17 Eylül 2014 Çarşamba

House of the Rising Sun

bu şarkı farklıdır. come together da farklıdır mesela, ya da donna donna farklıdır, ama bu şarkı insana saçma sapan duygular aşılar, ne gerekiyorsa, ya da ne gerekmiyorsa onu verir. tuhaftır, intihara sürükler, ipten alır, ağlatmaz mesela. birikmiş sevinçleri kağıda dökmekten alıkoyar, yerine bir sükunet bırakır. tercih edilebilir bir sükunet.

sons of anarchy için coverlanmış versiyonunu dinliyorum, işin içine bir de güçlü motorlar giriyor, "bir el gazda, diğeri frende" diyor söyleyen, "babasının mezarına gidiyor..." 

çekmediğiniz acıları tanırsınız, bir çok diğer şarkıda olduğu gibi, kendinizle özdeşleştirirsiniz. kıçı kırık bir ayrılıktır belki başınıza gelen. her gün binlerce çift ayrılırken kimse new orleans'ta acı çeken bir kızı düşünmez, şarkıyı o kıza saygı duymadan, ne dediğini anlamadan dinleyip kendinizi düşünürsünüz. bir çok diğer şarkıda olduğu gibi. bu şarkının farkı, o bencil acınızın ortasında sizden intikam almasıdır, günün doğduğunu anlarsınız şarkıda, umut varmış gibi gelir, oysa doğan gün eşliğinde ölüme gidiyordur şarkı. bunu da anlamayabilirsiniz tabi, anlamazlıktan gelip bu şarkıyı alkol eşliğinde tüketebilirsiniz. "lanet olası" bir sistem çarkısınız siz, acınız bile değerleri tüketiyor. 

49 yaşında amaçlarını ve hedeflerini çoktan geride bırakmış, entel takılan ve zavallı hayatını küçük solculuklarla soslandıran bir yüksel caddesi sendikalısı olabilirsiniz, 19 yaşında metallica delisi uzun saçlı bir mühendislik öğrencisi olabilirsiniz. dün eyleme gitmiş, bugün derse giren, "ben ne bok yiyorum burada" diyen bir üniversiteli olabilirsiniz. babanız ölmüş olabilir, yahut sadece bir sezon dizi izleyip bu şarkıyı öğrenmiş olabilirsiniz. günlük hayat sizi yavaş yavaş öldürüyordur belki, bunalım takılıyorsunuzdur, ilgi istediğinizi kendinize bile itiraf edemezken bu şarkıyı dinleyip zayıf bir anınızda ona aşık olmuşsunuzdur. hepiniz, hepimiz bu şarkıyı hor kullanmış, ona tecavüz etmişizdir bir kez, new orleans'lı kızın acısını da sikmişizdir.

müziğin kendisi için bu şarkıyı dinleyip, kendinize dair düşüncelerden uzaklaşmaya çalışın. başaramayacaksınız, kendimizden başka şeyleri düşünmek zordur müzik dinlerken, ama zaten amaç da bu. vardığınız noktada kendinizi düşündüğünüzü fark etmeyeceksiniz, o bahsettiğim tuhaf sükunette boğulacak, bir kez daha dinleyeceksiniz bu şarkıyı. 

öylesine saf, öylesine kirletilmiş bir şarkıdır bu. tüm dünya, el birliğiyle basitleştirir böyle şarkıları. müziği basitleştirip bir piyasa malzemesi yaptıkları gibi, sonra da disney filmlerinde müziğe aşık ergenlerin başarı addettikleri yerlere gelişlerini izletirler. tek konuştukları müziğin ruhu, kendini müzikle ifade etmek, notalara aşık olmak falandır; oysa gerçeğin ne olduğunu hepimiz biliriz içten içe. 

güzel şarkıdır velhasıl. "dinlemek" gerekir.

24 Ağustos 2014 Pazar

Tutkuyla Yaşamak

kendi kendime tanımını yapamadığım bir kalıptır. 

çok dandik bir film izleyip (bkz: need for speed) duygulanmış, filmden son zerresine kadar etkilenmiş biri olarak yazıyorum şu an. biri bana yardım etsin. ya da daha doğrusu birbirimize yardım edelim.


bir süredir kendimi irdeleyip duruyorum, ne istediğimi sorguluyorum, kendimi kimsenin beni eleştiremeyeceği kadar ağır eleştiriyorum, yıkmak ve fazlalıkları görmek, eksiklikleri yerine koymak adına. normalde yaşadığım yerden uzaklardayım, içinde bulunduğum ve döndüğümde beni karşılayacak herşeyi düşünüyorum. bunları isteyip istemediğimi sorguluyorum.

belki birçoğumuz yaşıyoruz bunları. belki de çoğunuz farkında bile değilsiniz, hiç dert etmediniz. hedefleriniz var, inancınız var birşeylere, çaba sarfettiğiniz, uğruna mücadele ettiğiniz şeyler. bunların kaçını gerçekten istediğinizi düşündünüz mü? ya da şöyle sorayım; hayal ettiğiniz bir kariyer noktası, bir amacınız varsa şayet, oraya geldiğinizde ne olacak? o yol boyunca kaybedeceklerinizi düşündünüz mü?

o sıradan filmin linkin park tarafından yapılmış soundtrack'ını dinliyorum şu an. (bkz: roads untraveledbelki ergence bulacaksınız beni. işte bir sorun daha, kendimi izah ederken dahi sizin, tanımadığım insanların ne düşüneceklerini hesap etmeye çalışıyorum. kendinize sorun, bunu hangi sıklıkta yapıyorsunuz? bahsettiğim şey empati değil, bunu anladığınızı düşünüyorum. 

"hepimiz benciliz" derim ben kendime ve çevremdekilere. bunu ateşli bir biçimde savunabilirim, argümanım bol, kendimden eminim. ama öylesine nefret ediyorum ki bundan. max stirner denen adamı tanıdığım zamanlardan,kırmızı ot denen belayı okuduğumdan beri hep güvendim bu fikre, gün geçtikçe güçlendirdim. kendimi de pragmatik olmaya zorlamak istedim. öte yandan hepimiz gibi sosyal hayatta acı ve tatlı yaşantılarım oldu. suçluydum bazen, bazen suçsuzdum. ama çoğu zaman net gördüm o pragmatik insanları. sevdiğimizde de, konuşmadığımızda da "gerçek" olmuyor. pragmatizm bizi mahvediyor görüyorum. 

90'lar kuşağındanım ben, gezi döneminde "oo iyiymiş bunlar" denilen kuşaktanım. bence değiliz, ya da benim gibiler bu kuşağın sorunluları. şu anda üniversite okuyan insanlarız biz, hatta çoğumuz mezun oldu. mezuniyeti yaklaşan arkadaşlarımda görüyorum konuştukça, yaklaşmakta olan sorumluluklara, iş hayatının -özellikle türkiye'de- süregelen yüzsüzlüğüne, idealizm yoksunluğuna karşı ne kadar çıplak olduklarını görüyor ve korkuyorlar. 

"özgürlük" nedir? içkime, sigarama, cinsel hayatıma karışılmadığında, başımızda şimdiki gibi olmayan, daha "özgürlükçü" bir yönetim olduğunda, mutlu olacak mıyım ben? bütün bu huzursuzluğumu memleketin çok boktan oluşuna bağlayabilir miyim? bence hayır, çünkü görüyor ve konuşuyorum bu ara yabancılarla, yolsuzluktan tutun da ekonomik adaletsizliklere, şikayetleri o kadar benzer ki bizimle. biz aslında yaşadığımız yere, karşı ideolojilere, rakip takıma söverken ne yapıyoruz? neden karamsar olduk, neden karamsar oldum?

"çıkılmamış yollar" var beni rahatsız eden. hepi topu 22 yaşındayım, daha çok vaktim yok mu? yok işte. siz 30 yaşındaki abilerim ablalarım, kaçını kaçırdınız dönemeçlerin? gittiğiniz yoldan kaçınız memnunsunuz? 



hedef koyamıyorum kendime, büyük hırslarım olmadı hiç, sadece bir süreliğine imrendim. duruma göre disiplinli olabilirim ama bunu sürdürmek çok zordur benim için. iyi bir bölümde okuyorum, okulum normal bir okul, ama yaşam şartlarım iyi. ileride de iyi olabilir, şu anki gidişatla "başarı" kazanabilirim hayatta. peki bu hayat beni mutlu eder mi? siz de sorun kendinize. tembeliz, giderek tembelleşiyoruz anadolu insanı olarak. ve bu tembellik, uzun vadede bizi daha düşük bir bedel karşılığında daha çok çalışmak zorunda bırakıyor. neden peki? para için doktor, güzel üniversite için öğretmen oluyoruz. statü dediğimiz şey uğruna mesleki değerleri hiçe sayıyoruz ülke olarak.

çünkü bu idealler bizim değil. biz kim olduğumuzu anlayamıyoruz bile. anladığını düşünen insanların çoğundan da ciddi şüphelerim var. o lanet filmdeki gibi bir tutkuyla yapmıyorsan işini, için titremiyorsa yaşarken, aşkın da, nefretin de faydacıysa, ne anlamı var? daha yakışıklı ve daha güzellerle dolu bir dünyada, olamadığın herşeyi kabullenip genel ortalamadaki yerine göre bir hayat seçmeye alıştırıyorsan kendini, yaşamanın ne anlamı var?

tutkuyla yaşamak nedir? biz, bu dünyanın insanları, ya da sadece ben, ya da sen, nasıl başaracağız bunu?

4 Ocak 2014 Cumartesi

Akıllı telefonların esir aldığı insanlar

tuhaf insanlar belki bunlar. öyle ya, halbuki hepimiz ev ziyaretlerinde, kahvehanelerde, kokteyllerde birbirimizle güncel konuları, gündemi, sporu, sanatı konuşuyoruz. asosyallik ne kadar saçma, insanlar bu kadar birbirine saygılı ve iç hesapsızken değil mi?

akıllı telefon bir insana, sıradan bir vatandaşa ne vadeder? en önemlisi ego tatmini; sadece bunun için iphone denen zımbırtıya binyediyüzdoksandokuz lira bayılıyor bir çok insan. 

"aa telefon mu aldın?"

bu soru için herşey. kapitalizm ve tüketim alışkanlıkları, ayrıntıya girmeyeceğim, hepimiz kendimizden biliyoruz. başka ne verir akıllı telefon? meşguliyet verir. oyunlar, facebook, twitter üzerinden içinde bulunulan ve muhabbetin sarmadığı, sadece sosyal ortamda bulunmak için gidilmiş yerlerde anlamsızca etrafa bakınıp sus pus oturmanın, sessizliğin korkutuculuğunun bir alternatifini sunar alıcısına. lüks bir araba alamayan hastane mutfağındaki aşçı, elektrik teknisyeni, kombi servisi elemanı bu telefonlardan alarak bir süreliğine mutlu edebilir kendini. 

ben çocukken evde bilgisayar bulunması normalleşmeye başlamıştı; yeni nesil bırakın 56k modemin ne olduğunu, wifi olmamasını, internetten mp3 indirmek için geçen süreyi, kafelerde ömrünü yiyen cs, knight online hastası ilk mmorpg gazilerini bile bilmiyor artık. 

"nasıl insanlar bunlar,sürekli telefonla meşguller, hayatları galaxy 3, iphone5 olmuş" derken o insanları bu noktaya getiren küresel ve bölgesel toplum psikolojisini unutmadan konuşmuş oluyoruz. yeni nesil telefonla yaşıyor, bunu yadırgamak anormal oldu. çünkü artık toplumun çözüldüğü bir dönemdeyiz. insan ilişkilerinde dostluğun verdiği güvenin yerini basit ve kısa vadeli çıkar ilişkilerinin verdiği tedirgin sosyal ortamlar aldı. dışarıdaki kimse birbirine güvenmiyor. biz suserlar burada birbirimizi bile tanımıyorken aynı acı başlıklara benzer şeyler yazıyoruz: "dışlanmak", "yalnızlık", "atmde yarım saat işlem yapan ibne", "üniversite ortamının x olması" gibi. kimse gerçekten mutlu değil. sonuçta bir tarafta ismini hatta fotoğrafını koyup kendini saklayabildiğin sanal bir toplum, diğer yanda anlayamadığımız jest ve mimiklerin, küçük anlaşmazlıkların yarattığı tünelin karanlığı var. kaydedip tekrar oynayamıyoruz da üstelik.

ya ne olacağıdı?

13 Mart 2013 Çarşamba

Yeni Ergen

14 yaş. benim ki 2006 da bitti. şimdi düşünüyorum, şu anki kadar olmasa da sıkıntılarım vardı kendimce, bi kızdan hoşlanıyordum, önceki sene bitiminde mesajla onu sevdiğimi söylemiştim o da beni arkadaş olarak gördüğünü söylemişti sonunda smile olan başka bir mesajla. okulda çoğu insanla doğru düzgün bi ilişkim yoktu, kendi sınıfım dışındakileri bilmezdim. bilim sanat eğitim merkezi vardı, müzik resim eğitimi alırdım, sınava hazırlık senesi olduğu için bırakmıştım, bir yandan da soğumuştum zaten, çünkü önceki idealist öğretmenler gitmiş, yerine rahat yere kapağı attığında inanan, yahut ek ders ücreti için gelmiş öğretmen bozuntuları gelmişti. 

bu bilsem'in önceki sene beni gönderdiği üstün yetenekliler kongresi'nden geldiğimden beri arkadaşlarımın bana olan gıcıklığı hepten artmıştı. ortaokulda son senemde benim keyif aldığım yer dershaneydi, platonik takıldığım kız, internet kafeye gittiğim arkadaşlar, hepsi oradaydı. aptaldım, gelişmekte olan kız erkek ilişkileri, insanların birbirinin dedikodusunu yapmaya başlaması, benim farkında olmadığım, kendimi geliştiremediğim konulardı. odamın duvarına "480" yazdığımı hatırlıyorum, ankara fen lisesine girmem için gereken, hedeflediğim puan buydu. ama oraya yazdığım an dışında, hiç bir zaman o puanı, yada o puanın temsil ettiği şeyleri hedefleyemedim, hırsla çalışmadım onlar için.

annemle babam doğum günümde bana klarnet aldılar. 1. sınıftan beri nefesli aletlere meraklıydım, o helvacıoğlu flütler var ya, ben onları yemiştim artık. başka müzik aletleri de çalmıştım, ama hep yan flüt istemiştim. klarneti gördüğümde çok sevindim, şimdilerde daha da müteşekkirim bizimkilere, her sıkıntımda klarnetim bana yoldaş oldu. insanlar pek öyle değil.

14 yaş tuhaftır bir yönden, ortaokul son sınıftayım, okulun en büyük ekibi biziz, serviste arka köşe bizim. ama öte yandan önümüzde bir sınav, ne olduğunu bile tam idrak edememişiz, hedefler koyulmuş, bi yandan kamışa su yürümüş, kafa bi karışık.. liseli abilere yakınız, ama çok uzağız bir yandan, bir perde var sanki arada. çok şey var önümüzde, ve dikkatli olsak neler yapabiliriz, o sınav (bizim zamanımızda oks idi) çok belirleyici, bir yanda milli piyango lisesi, bir yanda galatasaray, robert, yabancı okullar.. çizginin ilk defa kaydığı, mahalledeki çocuklardan oluşan sınıfın ilk defa gerçek "sınıflara" ayrıldığı zamanlar. 

o günden bugüne ne kadar değiştik. ben değil on dört, on yedi yaşıma hesap veremiyorum.

10 Mart 2013 Pazar

Cahil

ortalama türkiye cumhuriyeti vatandaşıdır. 

bu toprağın insanı aptal değildir aziz nesin'in dediği gibi, cahildir. basit insanlardır. kolay yönetilirler, biat etmeye alışıktırlar, güce taparlar. cahil adam edilgen kalır büyük mevzularda, gücü yeterse ağa kesilir, yetmezse ağa beller karşısındakini. 

çok basit şeylere kanar cahil insan. hafızası zayıftır, çabuk unutur. biri birine şöyle okkalı bir laf soksun, "ooo" der, pek beğenir. iki kişi kavga etsin, hemen bakar, üzülmez, aynı bir hayvanmış da kabilenin reisiyle genç aday kapışıyormuşçasına izler. cinsiyetçidir, "karı kısmına" çok söz düşmez onun kitabında. milliyetçidir, muhafazakardır da; korkar çünkü yeniden. ama korktuğunu kendine bile itiraf etmez, dışlar, alay eder, linç eder. 

din, sorsan önemlidir onun için, inancından şüphe duyanın aklından şüphe eder. ibadeti aksatır belki, arada canı çekti mi günahını da işler, yediği bokun farkındadır ya, yine de yapar, canı çekmiştir, "eeeh be" demiştir. ama bir yerde birileri "din elden gidiyor" desin, gider yakar gerekirse orayı. öyle de inançlıdır. 

tabuların içinde hapsolmuştur cahil . birini gerçekten sevmeyi bilemez, olsa olsa saplantıdır onunki, çünkü erkekse ya kız buna yüz vermez, ya anası babası vermez. biriyle bi ilişkisi olsun, evlensin, basitleşir o ilişki, ulaşmıştır artık. kadını ona yemek yapar, çamaşırını yıkar. cahil erkek de kız da karşı cinsle konuşmayı bilmez. erkek konuşamaz, çünkü kıza konuşmaması söylenmiştir, türk kızı nazlıdır o yüzden, çünkü naz yapmasa kaşar olur bu kez. erkek de ne diyeceğini bilemez kıza, bu sefer abazan olur. güzel kız gördü mü laf atar, laf atmak doğaldır, oturup konuşmak tuhaftır onun için. "götünü" beğense bir kızın, hem ayıplar, hem de arzular onu. şu kız orospuymuş dense, ana bacı bırakmaz, ahlakından girer imanından çıkar, ama fırsatını bulsa...

fakir olur, zengin olur cahil, cahilliği toplumdan gelir. küçük hayatında, töre cinayetlerinin, tecavüzlerin, arada arkadaşlarla bir bira içip sapıtmaların, koca dayağının, karı dırdırının, patron küfrünün ortasında sürer gider hayatı. yıllar sonra yaşlandığında hürmet ister küçüklerinden, öyle ya, yaşlıdır artık. kimse de diyemez " ne yaptın şu koca ömründe hamallıktan başka?" diye. ölür gider, adı unutulur, cahilliği sonraki nesile miras olur.