17 Eylül 2014 Çarşamba

House of the Rising Sun

bu şarkı farklıdır. come together da farklıdır mesela, ya da donna donna farklıdır, ama bu şarkı insana saçma sapan duygular aşılar, ne gerekiyorsa, ya da ne gerekmiyorsa onu verir. tuhaftır, intihara sürükler, ipten alır, ağlatmaz mesela. birikmiş sevinçleri kağıda dökmekten alıkoyar, yerine bir sükunet bırakır. tercih edilebilir bir sükunet.

sons of anarchy için coverlanmış versiyonunu dinliyorum, işin içine bir de güçlü motorlar giriyor, "bir el gazda, diğeri frende" diyor söyleyen, "babasının mezarına gidiyor..." 

çekmediğiniz acıları tanırsınız, bir çok diğer şarkıda olduğu gibi, kendinizle özdeşleştirirsiniz. kıçı kırık bir ayrılıktır belki başınıza gelen. her gün binlerce çift ayrılırken kimse new orleans'ta acı çeken bir kızı düşünmez, şarkıyı o kıza saygı duymadan, ne dediğini anlamadan dinleyip kendinizi düşünürsünüz. bir çok diğer şarkıda olduğu gibi. bu şarkının farkı, o bencil acınızın ortasında sizden intikam almasıdır, günün doğduğunu anlarsınız şarkıda, umut varmış gibi gelir, oysa doğan gün eşliğinde ölüme gidiyordur şarkı. bunu da anlamayabilirsiniz tabi, anlamazlıktan gelip bu şarkıyı alkol eşliğinde tüketebilirsiniz. "lanet olası" bir sistem çarkısınız siz, acınız bile değerleri tüketiyor. 

49 yaşında amaçlarını ve hedeflerini çoktan geride bırakmış, entel takılan ve zavallı hayatını küçük solculuklarla soslandıran bir yüksel caddesi sendikalısı olabilirsiniz, 19 yaşında metallica delisi uzun saçlı bir mühendislik öğrencisi olabilirsiniz. dün eyleme gitmiş, bugün derse giren, "ben ne bok yiyorum burada" diyen bir üniversiteli olabilirsiniz. babanız ölmüş olabilir, yahut sadece bir sezon dizi izleyip bu şarkıyı öğrenmiş olabilirsiniz. günlük hayat sizi yavaş yavaş öldürüyordur belki, bunalım takılıyorsunuzdur, ilgi istediğinizi kendinize bile itiraf edemezken bu şarkıyı dinleyip zayıf bir anınızda ona aşık olmuşsunuzdur. hepiniz, hepimiz bu şarkıyı hor kullanmış, ona tecavüz etmişizdir bir kez, new orleans'lı kızın acısını da sikmişizdir.

müziğin kendisi için bu şarkıyı dinleyip, kendinize dair düşüncelerden uzaklaşmaya çalışın. başaramayacaksınız, kendimizden başka şeyleri düşünmek zordur müzik dinlerken, ama zaten amaç da bu. vardığınız noktada kendinizi düşündüğünüzü fark etmeyeceksiniz, o bahsettiğim tuhaf sükunette boğulacak, bir kez daha dinleyeceksiniz bu şarkıyı. 

öylesine saf, öylesine kirletilmiş bir şarkıdır bu. tüm dünya, el birliğiyle basitleştirir böyle şarkıları. müziği basitleştirip bir piyasa malzemesi yaptıkları gibi, sonra da disney filmlerinde müziğe aşık ergenlerin başarı addettikleri yerlere gelişlerini izletirler. tek konuştukları müziğin ruhu, kendini müzikle ifade etmek, notalara aşık olmak falandır; oysa gerçeğin ne olduğunu hepimiz biliriz içten içe. 

güzel şarkıdır velhasıl. "dinlemek" gerekir.

24 Ağustos 2014 Pazar

Tutkuyla Yaşamak

kendi kendime tanımını yapamadığım bir kalıptır. 

çok dandik bir film izleyip (bkz: need for speed) duygulanmış, filmden son zerresine kadar etkilenmiş biri olarak yazıyorum şu an. biri bana yardım etsin. ya da daha doğrusu birbirimize yardım edelim.


bir süredir kendimi irdeleyip duruyorum, ne istediğimi sorguluyorum, kendimi kimsenin beni eleştiremeyeceği kadar ağır eleştiriyorum, yıkmak ve fazlalıkları görmek, eksiklikleri yerine koymak adına. normalde yaşadığım yerden uzaklardayım, içinde bulunduğum ve döndüğümde beni karşılayacak herşeyi düşünüyorum. bunları isteyip istemediğimi sorguluyorum.

belki birçoğumuz yaşıyoruz bunları. belki de çoğunuz farkında bile değilsiniz, hiç dert etmediniz. hedefleriniz var, inancınız var birşeylere, çaba sarfettiğiniz, uğruna mücadele ettiğiniz şeyler. bunların kaçını gerçekten istediğinizi düşündünüz mü? ya da şöyle sorayım; hayal ettiğiniz bir kariyer noktası, bir amacınız varsa şayet, oraya geldiğinizde ne olacak? o yol boyunca kaybedeceklerinizi düşündünüz mü?

o sıradan filmin linkin park tarafından yapılmış soundtrack'ını dinliyorum şu an. (bkz: roads untraveledbelki ergence bulacaksınız beni. işte bir sorun daha, kendimi izah ederken dahi sizin, tanımadığım insanların ne düşüneceklerini hesap etmeye çalışıyorum. kendinize sorun, bunu hangi sıklıkta yapıyorsunuz? bahsettiğim şey empati değil, bunu anladığınızı düşünüyorum. 

"hepimiz benciliz" derim ben kendime ve çevremdekilere. bunu ateşli bir biçimde savunabilirim, argümanım bol, kendimden eminim. ama öylesine nefret ediyorum ki bundan. max stirner denen adamı tanıdığım zamanlardan,kırmızı ot denen belayı okuduğumdan beri hep güvendim bu fikre, gün geçtikçe güçlendirdim. kendimi de pragmatik olmaya zorlamak istedim. öte yandan hepimiz gibi sosyal hayatta acı ve tatlı yaşantılarım oldu. suçluydum bazen, bazen suçsuzdum. ama çoğu zaman net gördüm o pragmatik insanları. sevdiğimizde de, konuşmadığımızda da "gerçek" olmuyor. pragmatizm bizi mahvediyor görüyorum. 

90'lar kuşağındanım ben, gezi döneminde "oo iyiymiş bunlar" denilen kuşaktanım. bence değiliz, ya da benim gibiler bu kuşağın sorunluları. şu anda üniversite okuyan insanlarız biz, hatta çoğumuz mezun oldu. mezuniyeti yaklaşan arkadaşlarımda görüyorum konuştukça, yaklaşmakta olan sorumluluklara, iş hayatının -özellikle türkiye'de- süregelen yüzsüzlüğüne, idealizm yoksunluğuna karşı ne kadar çıplak olduklarını görüyor ve korkuyorlar. 

"özgürlük" nedir? içkime, sigarama, cinsel hayatıma karışılmadığında, başımızda şimdiki gibi olmayan, daha "özgürlükçü" bir yönetim olduğunda, mutlu olacak mıyım ben? bütün bu huzursuzluğumu memleketin çok boktan oluşuna bağlayabilir miyim? bence hayır, çünkü görüyor ve konuşuyorum bu ara yabancılarla, yolsuzluktan tutun da ekonomik adaletsizliklere, şikayetleri o kadar benzer ki bizimle. biz aslında yaşadığımız yere, karşı ideolojilere, rakip takıma söverken ne yapıyoruz? neden karamsar olduk, neden karamsar oldum?

"çıkılmamış yollar" var beni rahatsız eden. hepi topu 22 yaşındayım, daha çok vaktim yok mu? yok işte. siz 30 yaşındaki abilerim ablalarım, kaçını kaçırdınız dönemeçlerin? gittiğiniz yoldan kaçınız memnunsunuz? 



hedef koyamıyorum kendime, büyük hırslarım olmadı hiç, sadece bir süreliğine imrendim. duruma göre disiplinli olabilirim ama bunu sürdürmek çok zordur benim için. iyi bir bölümde okuyorum, okulum normal bir okul, ama yaşam şartlarım iyi. ileride de iyi olabilir, şu anki gidişatla "başarı" kazanabilirim hayatta. peki bu hayat beni mutlu eder mi? siz de sorun kendinize. tembeliz, giderek tembelleşiyoruz anadolu insanı olarak. ve bu tembellik, uzun vadede bizi daha düşük bir bedel karşılığında daha çok çalışmak zorunda bırakıyor. neden peki? para için doktor, güzel üniversite için öğretmen oluyoruz. statü dediğimiz şey uğruna mesleki değerleri hiçe sayıyoruz ülke olarak.

çünkü bu idealler bizim değil. biz kim olduğumuzu anlayamıyoruz bile. anladığını düşünen insanların çoğundan da ciddi şüphelerim var. o lanet filmdeki gibi bir tutkuyla yapmıyorsan işini, için titremiyorsa yaşarken, aşkın da, nefretin de faydacıysa, ne anlamı var? daha yakışıklı ve daha güzellerle dolu bir dünyada, olamadığın herşeyi kabullenip genel ortalamadaki yerine göre bir hayat seçmeye alıştırıyorsan kendini, yaşamanın ne anlamı var?

tutkuyla yaşamak nedir? biz, bu dünyanın insanları, ya da sadece ben, ya da sen, nasıl başaracağız bunu?

4 Ocak 2014 Cumartesi

Akıllı telefonların esir aldığı insanlar

tuhaf insanlar belki bunlar. öyle ya, halbuki hepimiz ev ziyaretlerinde, kahvehanelerde, kokteyllerde birbirimizle güncel konuları, gündemi, sporu, sanatı konuşuyoruz. asosyallik ne kadar saçma, insanlar bu kadar birbirine saygılı ve iç hesapsızken değil mi?

akıllı telefon bir insana, sıradan bir vatandaşa ne vadeder? en önemlisi ego tatmini; sadece bunun için iphone denen zımbırtıya binyediyüzdoksandokuz lira bayılıyor bir çok insan. 

"aa telefon mu aldın?"

bu soru için herşey. kapitalizm ve tüketim alışkanlıkları, ayrıntıya girmeyeceğim, hepimiz kendimizden biliyoruz. başka ne verir akıllı telefon? meşguliyet verir. oyunlar, facebook, twitter üzerinden içinde bulunulan ve muhabbetin sarmadığı, sadece sosyal ortamda bulunmak için gidilmiş yerlerde anlamsızca etrafa bakınıp sus pus oturmanın, sessizliğin korkutuculuğunun bir alternatifini sunar alıcısına. lüks bir araba alamayan hastane mutfağındaki aşçı, elektrik teknisyeni, kombi servisi elemanı bu telefonlardan alarak bir süreliğine mutlu edebilir kendini. 

ben çocukken evde bilgisayar bulunması normalleşmeye başlamıştı; yeni nesil bırakın 56k modemin ne olduğunu, wifi olmamasını, internetten mp3 indirmek için geçen süreyi, kafelerde ömrünü yiyen cs, knight online hastası ilk mmorpg gazilerini bile bilmiyor artık. 

"nasıl insanlar bunlar,sürekli telefonla meşguller, hayatları galaxy 3, iphone5 olmuş" derken o insanları bu noktaya getiren küresel ve bölgesel toplum psikolojisini unutmadan konuşmuş oluyoruz. yeni nesil telefonla yaşıyor, bunu yadırgamak anormal oldu. çünkü artık toplumun çözüldüğü bir dönemdeyiz. insan ilişkilerinde dostluğun verdiği güvenin yerini basit ve kısa vadeli çıkar ilişkilerinin verdiği tedirgin sosyal ortamlar aldı. dışarıdaki kimse birbirine güvenmiyor. biz suserlar burada birbirimizi bile tanımıyorken aynı acı başlıklara benzer şeyler yazıyoruz: "dışlanmak", "yalnızlık", "atmde yarım saat işlem yapan ibne", "üniversite ortamının x olması" gibi. kimse gerçekten mutlu değil. sonuçta bir tarafta ismini hatta fotoğrafını koyup kendini saklayabildiğin sanal bir toplum, diğer yanda anlayamadığımız jest ve mimiklerin, küçük anlaşmazlıkların yarattığı tünelin karanlığı var. kaydedip tekrar oynayamıyoruz da üstelik.

ya ne olacağıdı?